Kaldırımdaki Adam ve Hayata Karışmak

Hayat bazen sadece göz göze gelmekle, bir tebessümle başlar. Ekranlardan değil, sokaklardan hatırlanır yaşadığımız.
Geçen gün, bir kaldırım kenarında oturmuş, telefon ekranında kaybolmuşken fark ettim onu. Yaşlı bir adam, caddeden geçen arabalara değil, sokaktan geçen insanlara bakıyordu. Gerçekten bakarak. Bir çocuğun annesinin elini tutuşuna, genç bir kızın kulaklığından taşan melodilere, market poşetinden düşen elmaya…
Ve sonra göz göze geldik. Başını eğmedi. Gülümsedi. “Günün nasıl geçiyor?” diye sordu. O an fark ettim: Her insanın aslında ilgiye ihtiyacı olduğunu.
Biz artık yaşamıyoruz; planlıyoruz, paylaşıyoruz, erteliyoruz. Hayatlarımızı ekranlardan izliyor, anları kaçırıyoruz. Bir kafede yan masada oturanı görmüyor, toplu taşımada yanımıza oturanın farkına bile varmıyoruz. Komşumuzun sesini tanımıyoruz.
Hayata karışmak, dünyayı kurtarmak değil. Belki sabah işe giderken apartman görevlisine “kolay gelsin” demek. Ya da yolunu kaybetmiş birine yön göstermek. Bunlar küçük hareketler, evet… Ama tam da bu küçük hareketler, insanı hayata bağlar.
Kendimize şunu sormalıyız:
Bugün kaç kişiye dokundum? Kaç insanla gerçekten temas ettim?
Hayat bir tiyatroysa, sadece izleyici kalmak yetmez. Bazen başrol, bazen figüran, ama mutlaka sahnede olmalı insan. Çünkü hayattan rol çalmadan, ışığına çıkmadan, perde kapanınca “yaşadım” diyemezsin.
Kaldırımdaki o adam, bana bunu hatırlattı.
Hayata karış. Çünkü hayat, seni izlemiyor. O senden bir replik bekliyor.